Yazarının “en renkli ve en iyimser romanım” diye tanımladığı Benim Adım Kırmızı, 16. yüzyılın İstanbul’una, “usûllerin daha ölmediği, renklerin solmadığı” Osmanlı sanatına ve sokaklarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Kocasının yıllardır savaşta olmasıyla giderek yalnızlaşan ve nakkaş babasının evinde yaşamını sürdüren Şeküre’nin hikâyesiyle başlıyor roman. Babası Zarif Efendi’nin saraydan aldığı gizli bir görev sonrası ölümü, Şeküre’nin kendini bir anda tekinsiz bir dünyanın içinde bulmasına sebep oluyor. Kahramanlarının kuşkunun pençesinde yalpalandığı roman, esasında Türk ve İslam dünyasının temel sanatlarından minyatürü merkeze alıyor. Minyatürün klasik yapısına perspektifin eklenmesi gibi bir müdahalenin ölümcül sonucunu postmodern anlatım tekniğiyle ustaca kaleme alan Pamuk, gizemli olaylar örgüsü ve bedel vurgusuyla bir tür “Osmanlı-Türk modernleşmesinin alegorisi” anlatısı sunuyor.